“Artık bu çağda, yaşamak için fazla ölüyüz ve ölmek için de fazla diriyiz...”
Byung-Chul Han
Karakter kelimesi, “yanmış işaret, silinmez yanık izi demektir.” Yunanca kökenli “charassein” kelimesinden türetilmiştir, bu kelime “gömmek, oymak, iz bırakmak” anlamına gelir. Bu nedenle, karakter kelimesinin temel anlamı ayırt ediciliktir. Karaktersizlik ise karakterin zıttıdır ve ayırt edici bir özelliği olmayan, pürüzsüz, akışkan ve hiç yara almamış anlamındadır. Bununla birlikte, karakter kelimesi sadece soyut bir anlam taşımaz, aynı zamanda fiziksel ve ruhsal bir vasfı da işaret eder.
Doğrusu, “karakter” kelimesinin yakın bir gelecekte lügatimizden silineceğini düşünüyorum. Evet, “karakter” kelimesi de tarihin tozlu raflarına terk edilen birçok benzer kelimenin kaderini paylaşacak gibi görünüyor; örneğin “merdümgiriz” kelimesi gibi...
Şöyle ki günümüzde hiçbirimiz yara izi istemiyoruz, pürüzsüz olmanın telaşı içerisindeyiz. Fark edilmek için kendimizi sürekli başkalarıyla karşılaştırıyoruz. Kaçınılmaz olarak bu bir başkasına öykünme hali hepimizi aynılaştırıyor. Başka bir deyişle; fark edilme çabası tek tipleşmemizi, “aynılık” denizinde boğulmamızı, dolayısıyla bir karaktere sahip olmamamızı engelleyen şey aslında.
Deniz demişken bilmem farkında mısınız, günümüzdeki teknolojik gelişmeler özellikle akıllı telefonlar nedeniyle yeryüzü artık yekpare bir denize döndü. Bakmayın siz uzaklarda halen dağlar, ovalar, çöller, patikalar gördüğümüze, gerçekte bunlar sadece görüntüde kalan ve nadiren fiziksel olarak temas ettiğimiz şeyler. Oysa gündelik hayatımızda ekseriyetle duyumsadıklarımız sağlam, kalıcı çizgi ve işaretin kazınamayacağı karakteri olmayan denize benziyor. Bunun nedeni elimizden hiç düşürmediğimiz telefonlar, daha doğrusu onların vasıtasıyla kullandığımız sosyal medya uygulamaları. Nasıl denizin üzerinde kale, eşik, duvar, patika, mezar taşı, sınır çizgisi yükselmezse; sadece ara sıra beliren dalgalar ki onların da çok geçmeden sönümleneceğini bilirsiniz; sosyal medya uygulamaları üzerine de bir karakter inşa edilemez. Çünkü bu uygulamalar vasıtasıyla yapılan paylaşımlar özünde hiçbir şey söylemedikleri sadece saydıkları için ortaya bir anlatı çıkaramazlar; saymak anlatıyı dışarıya atmaktır. Hâlbuki anlatı, Yuval Noah Harari gibi bazı tarihçi ve antropologların belirttiği şekilde tarihsel süreçte bizi diğer canlılardan ayıran olgudur.
Fakat bu mevzuyu derinleştirmek bu yazının maksadını aşacağı için tekrar konumuza dönersek; telefonlar, yani birçoğumuzun hayatını biçimlendiren Twitter’dan Instagram’a, Facebook’tan TikTok’a kadar sosyal medya uygulamaları, hayatımızın her yönünü etkiledi. Mülkiyet, komşuluk, akrabalık, iktidar gibi temel parametreleri değiştirdi.
Bununla kalmayarak özünde pürüzsüz olana öykünmeyi doğurarak karakter sahibi olmamızı engelledi ve bu mecranın ilgi manyağı narsist öznesi her şeyi sadece kendi gölgeliğinde aramaya başladı. Ne yazık ki, bu özne, tüm paylaşımların özünde karşılıklı teşhirin havai sahnelenmesinden ibaret olduğunu ya anlamadı ya da görmezden geldi. Kimsenin tamamen çıplak kalabilecek bir ruha sahip olmadığını bilmedi. Çünkü kendisini başkasının gözünden görme yetisini kaybetti.
Diğer taraftan, sosyal medyadaki sonsuz “kaydırma” olanağı bizi rahatlığa ve anlık hazza mahkûm etti. Bu nedenle ilişkileri birer meta olarak tüketmeye başladık. En basitinden sosyal ağlar, aile ve komşuluk ilişkilerini yok etti. Eylemi dijitalleştirerek teması gereksiz kıldı. Bu platformların olanakları dâhilinde “başka”nın sınırsız bolluğu içinde yaşıyoruz. Haliyle bir kişiyi, konuyu seçip ona kapılamıyoruz ve temasın o bizi sarsan, değiştiren ve kendimizi yeniden bulduran, dönüştürücü yönü kaybolmuş gibi görünüyor.
İşte bu tam da kapitalist piyasanın arzuladığı şeydi ki karakteri ifşayı özendirecek yöntemler hemen icat edildi. Oysa karakter, bir gösteri öznesi değildi. İhtişamı, kendi özünde ve içsel zorunluluğunda saklıydı. Bir şey için olmaya, harici kullanım bağlamına tabi değildi, kişinin dünya ve kendisiyle özgür bir ilişki kurma imkânıydı, tüketim konusu olmayan, piyasaya tahvil edilemeyendi; hepsinden önemlisi hikâyesi için asildi. Üstünde olmazsa olmaz minvalinde bir gizem barındırırdı ki sosyal medya uygulamaları karakterin üzerindeki örtüyü kaldırarak onu tahrip etmekle kalmadı, onu pürüzsüz hale getirerek tüketime konu yaptı.
Neticede karakter, kendisine bir amaçken piyasa amacı haline dönüştü, sosyal medya piyasasının kendisine dağıtılan eli umursamayan ideal müşterisi de karakterden yoksun bir insana evirildi. İnsan ne kadar çok karakter ve şekil yoksunuysa, ne kadar pürüzsüz ve düzse, bu mecralarda o kadar çok bağlantı kurma eğiliminde oldu. Zamanla, birbirinin zıttı olması gereken karakter ve piyasa ekürileşerek spekülatif değeri, en yüksek değer haline getirdi. Beğeni, paylaşım, etkileşim sayısı gibi veriler niteliğin, anlatının yerini aldı. Nitekim boşuna borsa, günümüzün kült mekânı, ibadethanesi haline gelerek toplam gelir özgürlüğün yerine geçmedi. Yetmedi, Gini Katsayısı GSMH’a kurban edildi…
Nihayet artan yüzeysellik, sadece ekonomiyi etkilemedi, tüm topluma sirayet etti. İnsanın özgürlüğünün sermayenin özgürlüğüne boyun eğdiği, karakteri olmayan bir dünya ile karşı karşıyayız. Bu dünya o kadar akışkan ki, ne yapsak da onu yakalamayı başaramıyoruz. Galiba estetik zevkleri görselleştirebilecek hayal gücünü yitirdik.
İhtirazi kayıt koyarak, yakın bir arkadaşımın şu sözüne bilmem siz ne dersiniz, “Sosyal medya karaktersizliğin pazarıdır.”
Peki karakteri nasıl tanırsınız? En iyisi bu soruya layıkıyla cevap verebilmek için sevgili genel yayın yönetmenime kulak kabartmalıyım:
Öteki için alan bırakıp, başkası için kendi zemininden feragat etmesinden. Kadirşinaslığından. Eli, kolu, bacağı, ayağı ya da başka bir uzvundan değil yüzünden. Sabrından. Dolambaçlı yollardan kaçınıp meseleye doğrudan girmesinden. Zevkinden. Bir anlık bir parlama anı değil, gün batımındaki kızıllık gibi hareketlerinde ortaya çıkan sakin aydınlığından. Kırılganlığından. Bir anda cezbeden, ateşli ve sarhoş edici değil yavaş yavaş içe işleyen tavırlarından. Empatisinden. Şeylerin şimdisine değil gündelik olanın ötesine uyanmasından. Niyetinden. Lakayt beğeniyi umursamamasından. Hepsinden önemlisi, iyiliğinden…
Biraz daha uzatıp kimsenin tadını kaçırmamak adına Byung-Chul Han’ın eserleri ışığında yazdığım bu yazıyı, Galeano’nun bir sözünden ilham alarak noktalıyorum: Düğünün aşktan, cenaze merasiminin ölüden, markanın üründen, tapınağın Tanrı’dan, koltuğun yastıktan, imzanın evraktan ve yazarın eserinden daha önemli olduğu, karaktersiz bir çağda yaşıyoruz… Artık hiçbir şey ne sürmekte ne de durmakta…
Commentaires