Keynes’in Heybesindeki Yapay Zekâ
- Altar Kaplan
- 2 gün önce
- 3 dakikada okunur
“Bilgiye ulaşmanın bedeli, keyfin kaybedilmesidir.”
Slavoj Zizek
İçinde yaşadığımız çağın en büyük sorularından biri, yapay zekânın yalnızca bugünkü etkileri değil, aynı zamanda gelecekte insan hayatında nasıl bir dönüşüme yol açacağıdır. Bu soru, tıpkı bir zamanlar Keynes’in ekonomik büyüme ve refahla ilgili iyimser hayalleri gibi, bugün de insanlığı ikiye bölüyor. Bir taraf yapay zekânın insanlığın yararına olacağını, hayatı kolaylaştıracağını savunuyor; diğer taraf ise bu teknolojinin kontrol edilemez bir tehdide dönüşeceğini düşünüyor.

Bu tartışmalar bana ünlü iktisatçı John Maynard Keynes’in ekonomi politiğini hatırlatıyor. Keynes’in şu sözü hâlâ güncelliğini koruyor: “İktisatçıların ve siyaset filozoflarının fikirleri; ister doğru ister yanlış olsun, genellikle sanıldığından daha güçlüdür. Aslında dünya başka bir şey tarafından yönetilmez. Kendilerini tüm entelektüel etkilerden azade sanan pratik adamlar bile genellikle ölmüş bir iktisatçının kölesidir.”
Keynes, ekonomik ilerlemenin bir gün bizi maddi kaygılardan özgürleştirip hayatı daha anlamlı kılacak alanlara yönlendireceğini umuyordu. Ona göre ekonomi, refah yaratacak; refah da bireyleri sanata, düşünceye ve keyifli bir yaşama yönlendirecekti. İktisadi birey gerçekten de zenginlik yarattı; ancak Keynes’in öngördüğü gibi geri çekilip köşesine oturmadı. Tam tersine, ekonomik mantık hayatın her alanına nüfuz etti.
Ekonomi, Keynes’in hayal ettiği gibi insanları maddi kaygılardan özgürleştiren bir araç olmak yerine, sanat da dahil olmak üzere her şeyi kendi ölçü birimlerine indirgeyen bir sistem haline geldi. Keynes, zenginleştikçe daha az çalışıp daha çok boş zaman yaratacağımızı hayal etmişti. Oysa bugün daha çok çalışıyor, daha az tüketiyor ve yaşamın anlamını üretim ve verimlilikle tanımlıyoruz.
Günümüzün ekonomik sorunları Keynes’in tahayyül bile edemeyeceği boyutlarda. Doğu’da insanlar gıdasızlıktan ölürken, Batı’da obeziteden ölüyor. Anne babalar, çocuklarına daha iyi bir hayat sunmak için o kadar çok çalışıyor ki, onlarla vakit geçirmeye zaman bulamıyor. Orta sınıf dahil birçok insan, temel ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamayacağı endişesiyle yaşıyor.
Tarihsel gelir adaletsizlikleri de Keynes’in iyimserliğini boşa çıkardı. 1928’de olduğu gibi 2007’de de ABD’de en zengin %1’lik kesim toplam gelirin dörtte birine sahipti. 2008 finans krizinden sonra bu tablo değişmedi; 2020’lerde de %1’lik kesim toplam gelirin %20-22’sini, toplam servetin ise %30’undan fazlasını elinde tutuyor. COVID-19 pandemisi sonrasında düşük gelir grupları daha çok kaybederken, teknoloji ve finans elitlerinin serveti daha da büyüdü. Keynes’in hayal ettiği eşitlikçi refah düzeni değil, güç ve servet tekelleri büyüdü. Fransız oyun yazarı Anouilh’in dediği gibi: “Tanrı herkesin yanında [...] ama nihayetinde, parası bol ve ordusu büyük olanların yanında.” Gelişmekte olan ülkelerde ise bu eşitsizlik daha da dramatik boyutlara ulaştı.
Benzer bir durum sanat dünyasında da görülüyor. David Galenson’un istatistiksel yöntemlerle sanat eserlerinin değerini ölçmeye çalışması bunun çarpıcı bir örneği. Galenson’a göre 20. yüzyılın en önemli eseri, kitaplarda en çok yer verilen Picasso’nun Les Demoiselles d’Avignon tablosudur. Burada değer, estetik ya da duygusal etkiden değil; veri ve görünürlük oranından türetiliyor. Sanat bile artık piyasa analizine benzer biçimde nicel ölçütlerle değerlendiriliyor.
Bu yaklaşım, Keynes’in umduğu gibi ekonominin insanı özgürleştiren bir araç değil; her şeyi kendi ölçüleriyle tanımlayan bir güç haline geldiğini gösteriyor. Ekonomi yalnızca üretimi değil, hayatın anlamını da şekillendirirken; yapay zekâ da yalnızca araçsal bir teknoloji değil, sanat dahil tüm insan etkinliklerini veriye ve hesaplanabilirliğe dönüştüren yeni bir mantık biçimi haline geliyor.
Ve ilginçtir ki, bir yapay zekâ programı şimdi bu yazıyı şöyle bitirmemi öneriyor:Tüm bu tartışmaların merkezinde unuttuğumuz temel bir gerçek var: İnsan olmanın kırılganlığı. Yapay zekâ ve piyasa mantığı, insanı veriye, rekabete ve ölçülebilir performansa indirgerken; aslında insanın zayıflığı, duyguları ve ilişkileriyle değerli olduğunu göz ardı ediyor. Oysa insan olmanın ortak paydası bedenimizde, duygularımızda ve başkalarıyla kurduğumuz samimi ilişkilerde başlar. Kararlarımızı yalnızca rasyonel modeller değil, duygularımız ve sezgilerimiz de şekillendirir.
İnsanları tek tip bir “veri üreten” bilince indirgemek yerine, farklılıklarımızı ve kusurlarımızı kabul etmek mümkündür. Ne doğa ne de diğer insanlar bizim rakibimiz olmak zorunda değil. Hayat, mekanik bir sistem değil; bütün, parçaların toplamından fazlasıdır. Yapay zekâ ve ekonomi politiği, dünyayı optimize edilecek bir makine olarak görürken, biz onu ortak bir ev olarak yeniden düşünebiliriz.
İktisadi bireyin yalnızlığına, algoritmaların hükmüne ve piyasa mantığının soğuk hesaplarına mahkûm değiliz. Hayat, verimlilik yarışının ötesinde bir anlam taşıyabilir. Umutsuzluğun kaynakları çoktur; fakat yapay zekâ çağında bile insanın kaderi yalnızca rekabet ve performansla sınırlı olmak zorunda değildir. Yeter ki bu yolculuğun yönünü değiştirelim; dünyayı sahip olunacak bir nesne değil, paylaşılan bir yuva olarak görelim.
Fakat ben, Zizek’in epigrafta yer alan sorusundan ilhamla şu şekilde bitiriyorum:Yapay zekâ çağında asıl soru belki de şudur: Karla fayda arasındaki farkı görebilecek miyiz? Çünkü kar getiren eylemleri yapay zekâ da başkaları da gerçekleştirebilir; ancak fayda, insanın makinelerle değil, dünyayla ve diğer insanlarla kurduğu özgün ve anlamlı ilişkide ortaya çıkar…
Comments