top of page

Sırrı Gibi Giden, Süreyya Gibi Kalan

“Öyle bir yerdeyim ki artık, ne susmak mümkün ne konuşmak.

Ama bir şey yapılmalı…”

Paul Éluard

 

Bazı insanlar ile hiç tanışmamışsınızdır ama var olmalarına sevinirsiniz. Varlığına sevinmekle kalmaz, sizin cesaret edemediğiniz şeyleri yapmalarından sebep, bazen onlardan utanırsınız da... Benim için işte bu insanların başında gelenlerden biriydi merhum Sırrı Süreyya Önder.



Ortak dostlarımız olmasına, üstelik evlerimiz uzun bir süre aynı muhitte olmasına rağmen hiç rastlaşmadık. Doğrusu, zaman zaman aklıma da gelmedi de değil onun kelimesiyle, kendisiyle “mavra” yapabilmek için ortam kovalamak ama çekindim doğrusu. Sebep, işte o utanç…

 

Şimdi belki bunu ancak bir şairin mısralarıyla dillendirebilirim, “…Senin yorgunluklarını hastanelere makbuz yaptılar. Çekingen duruşunu intihara karşı kullanıyorlar koğuşlarda. Çünkü çoktan ölüm götürdü seni…” Bu mısraların yer aldığı İsmet Özel’in, 1980 tarihli “Üç Frenk Havası” isimli şiiri adeta onu resmeder…

 

Her konuda aynı fikirde olmasak da onun varlığı teşbihte hata olmaz benim için emniyet supabı gibiydi, ya da başka bir ifadeyle: “Bu ülkede iyi ki hâlâ böyle insanlar var,” dedirten bir teselliydi.

 

Bir insan hayatında her şey olabilir ama bir “bakış” olmak çok az insana nasip oluyor. 

 

Ben o bakışı “Beynelmilel” filminde gördüm; kimi yazılarında…

Ben o bakışı Gezi’de gördüm; bir ağaca sarılır gibi memlekete sarıldığında...

Ben o bakışı Diyarbakır’da, barış mektubunu okurken gördüm; sesinin yankısında...

Ben o bakışı Meclis’te gördüm; kendine has nüktedanlığıyla en hırçın kelimeleri terbiye ederken...

Ve hepsinden önemlisi ben o bakışı kızı Ceren’in sözlerinde, gözyaşlarında gördüm; hilafsız…

 

Devlete sinmeyen ama devleti de düşmanlaştırmayan bir dili vardı. Öyle samimi, öyle sahici, öyle onda saklıydı ki o dil; taklidi mümkün değil.

 

O konuşunca; “Susun, bu toprakların vicdanı konuşuyor” dedirtti çoğumuza.

 

Onun hayatı adeta şiirin vücut bulmuş hâliydi.

 

Onu tanısaydı, bilmem Gülten Akın, “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya. Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar hep birer bakımsızlığı çizerek yaşamın üstüne,” mısralarını yazar mıydı?

 

Belki Ataol Behramoğlu’nun “Görüyorsun işte küçük adamları. Köhnemiş silahlarıyla saldıran sana. Kimi tutsak düşmüş kendi dünyasına. Kimisi düpedüz halk düşmanı. Diren öyleyse, diren, yılma. Yürüt daha bir inatla kavganı” mısralarıydı onun mücadelesini en iyi tanımlayan.

 

Ya da o, Dalton’un şu dizeleriyle cevap verirdi hepimize, “Ben de inanırım dünyanın güzel olduğuna ve şiirin de, tıpkı ekmek gibi, herkes için olması gerektiğine.”

 

Yeri geldi kavganın göbeğinde durdu. Yeri geldi suskunluğun da nasıl bir erdem olduğunu, bazı sessizliklerin en gür haykırıştan daha derin duyulabileceğini gösterdi.

 

Onun kıymetini herkes bilmedi, bilemedi, bilemeyecek…

 

İşte bu yüzden, adı geçtiğinde yüzü gülene de surat ekşiltene de selam olsun…

 

Bu toplumun, bir gün elbet çözülecek o kadim dertlerinin sırrını da sessizce ardında bırakıp giderken; o artık Süreyya’da yani Boğa Takımyıldızı’ndaki Ülker kümesinde, bir yıldız gibi parlayacak.

 

Bu akşam kızımı, kulağına onun adını fısıldayarak uyutacağım; umarım ki onun gibi tüm insanlığa empatiyle yaklaşmasını sağlayacak bir zeytin dalı filizlenir zihninde.

 

Ne bir kez bile olsun selamlaşmamış, ne iki lafın belini kıramamış olsak da; emeği emanettir,

 

İnsan olana…

Comments


bottom of page